SHAKESPEARE OKUYAN FİZİKÇİ
Birbirinden tamamen farklı iki kültür. Bir yanda kendisini duyguların dünyasında kaybeden edebiyatçılar, diğer yanda evreni anlamaya çalışan fizikçiler. Birbirinden çok farklı alanlara hitap eden bu kültürlerin neden beraber hareket etmesi gerektiğinin cevaplarını birlikte arayalım.
Tarihler 7 Mayıs 1959’u gösterdiğinde bu soruya cevap arayan bir fizikçi ortaya çıktı, Sir Charles Percy Snow. Cambridge’ deki Senato Salonunda yaptığı o konuşma uzunca bir süre dillerden düşmediği gibi pek çok olumlu ve olumsuz tepkiyi de göğüsledi. Başlatmış olduğu tartışma fazlasıyla manidardı; kendisi Shakespeare okumamış bir fizikçi aynı zamanda termodinamiğin ikinci yasasını bilmeyen bir tarihçi olmamalı şeklindeki çıkışıyla yalnızca İngiltere’de değil aynı zamanda tüm dünyada adını duyurmayı başardı. Peki Snow neden böyle bir şey söyleme gereği duydu?
Henüz lise yıllarında başlayan belirli konular arasında seçim yapma gerekliliği, kişiyi yalnızca tek bir alana doğru yöneltmeye başlıyor. Daha o zamanlar başlanan ve kişilerin önüne katı sınırlar koyan bu tutum temelde bireyin bir konuda uzmanlaşmasını sağlarken iki büyük Dünya sistemi arasındaki uçurumu daha da arttırıyor. İki taraf arasındaki görüş alışverişini imkânsız hale getiriyor. Bununla ilgili anlatılan bir öykü de şu şekilde:
‘’Olay galiba 1890’larda, St. John’s ya da Trinity ‘de geçmiş. Her neyse, Smith, Rektörün – ya da yardımcısının- sağında oturuyormuş; etrafındaki herkesi konuşmalara katmaktan hoşlanan biriymiş Smith, ama masa arkadaşlarının yüz ifadeleri ona pek de cesaret vermiyormuş. Oxfordlulara özgü o şen şakrak gevezelikle karşısında oturan kişiye bir şeyler söylemiş, karşılığında bir homurtu duymuş. Sağındaki adamı denemiş, ondan da bir homurtu duymuş. Sonra, adamlardan biri öbürüne bakıp ‘’ Neden bahsediyor, siz anlıyor musunuz? ‘’, diğeri de ona karşılık olarak ‘’Hiçbir fikrim yok’’ deyince Smith bile şaşırıp kalmış, diyecek bir şey bulamamış. Bunun üzerine havayı yumuşatmak isteyen Rektör ‘’ Bunlar matematikçi! Biz onlarla hiç konuşmayız’’ diyerek Smith’i rahatlatmış.’’
Zekaca birbirine denk, aynı soydan, toplumsal kökenleri arasında pek fark olmayan bu iki grubun içinde bulundukları ahlaki ve psikolojik olgular arasındaki ortak noktaların sayısı o kadar azdır ki iki farklı insanla konuşulunca bile farklı kıtalarda bulunulmuş hissiyatı uyandırır.
İki disiplinin birbirinden kopuk oluşunun doğurduğu pek çok kötü sonuç vardır. Bunların başında teorik olarak hayal gücü ve yaratıcılığın eksikliği ilk göze çarpanlardandır. İki farklı disiplinin çarpışması ortaya yaratıcı değerler doğurmalıdır, bazı zihinsel devrimler böyle fırsatlarla ortaya çıkmıştır. Bu fırsatların bugünde ortaya çıkması muhtemeldir. Önümüzdeki tek engel farklı disiplinlerin iletişim kopukluğudur.
Farklı bir bakış açısı da Arnold’tan gelmiştir. Doğa bilimi öğretiminin pratik açıdan faydalı bir uzman yetiştirebilse bile ‘’eğitimli’’ bir insan yetiştiremeyeceğinde ısrar etmektedir.
Olayların bizi içine sürüklediği konum Sayısalcılar olarak nitelediğimiz tarafın daha fazla edebiyat okuması ya da Sözelcilerin teoremlerle uğraşması değildir. Daha çok bilingualism’in gelişmesine teşvik etmektir. Anlatılmak istenen olgu yalnızca uzmanlık alanındaki bilgilerde yetinilmeyip daha kapsamlı düşünceye, bunlardan bir şeyler öğrenmeye ve en sonunda bunlara katkıda bulunma becerisine sahip olmaktır.
Dipnot/
Bilingualism (iki dillilik): iki farkli dilde iletişim kurabilme becerisi anlamına gelmektedir. Doğdukları andan itibaren iki farklı dil konuşulan ortamda büyüyen çocuklar doğal bir şekilde iki dili de edinebilmektedir. (www.monometre.com)
Kaynakça:
İki Kültür – C.P. SNOW